Barış Silahın Gölgesinde: İsrail-Türkiye Çatışması ve Suriye’de Egemenlik Yolları

Suriye, günümüzde eşi benzeri görülmemiş ölçekte artan İsrail hava saldırılarına tanıklık etmektedir. Bu saldırıların en çarpıcısı, Şam’daki Halk Sarayı çevresinin hedef alınmasıyla gerçekleşmiştir. Bu olağanüstü gelişme, geleneksel askeri çerçevenin ötesine geçen siyasi ve stratejik anlamlar taşımaktadır. İsrail, bu gelişmeyle, Suriye’nin egemenlik kararlarını yeniden şekillendirme çabası içinde olduğunu ortaya koymakta; güney Suriye’deki Dürzi topluluğunu koruma iddiasıyla yürütülen bu sistematik askeri tırmanış, gerçekte Golan Tepeleri’nin fiili ilhakını kabul ettirmek ve Suriye’yi İsrail’le direniş hattı arasındaki bölgesel denklemden dışlamak hedefini gütmektedir.

Bu askeri tırmanış, sahada İsrail ile Türkiye arasında açıkça ilan edilmeyen bir nüfuz çatışmasıyla eşzamanlı ilerlemektedir. Taraflar farklı hedef ve ajandalara sahip olsalar da Suriye topraklarındaki etkinlikleri birbirine temas etmektedir. Türkiye, kuzey Suriye’deki askeri varlığını, sınır güvenliği ve Kürt kaynaklı tehditlerle mücadele gerekçesiyle sürdürürken; İsrail, güneyde stratejik etkisini artırmakta ve Dürzi kartını hem siyasi hem de askeri baskı aracı olarak kullanmaktadır. Bu durum, şu temel soruyu yeniden gündeme getirmektedir: Acaba Suriye, İsrail’in askeri ve siyasi yollarla baskınlık kurmaya çalıştığı bir bölgesel nüfuz çatışması arenasına mı dönüşmüştür? Ve İsrail’in bu girişimi, sahada etkili bir pozisyonunu koruyan Ankara’nın rahatsız edici varlığı karşısında ne kadar sürdürülebilir?

2024 yılında göreve gelen Suriye Devlet Başkanı Ahmed El-Şar, sadece ülke içi bölünmelerle değil, aynı zamanda dış kaynaklı artan baskılarla da karşı karşıyadır. “Barış” ve “istikrar” gibi kavramlar etrafında şekillenen bu baskılar, aslında Suriye’nin tarihsel ulusal ilkelerini zayıflatmaya ve dış kaynaklı bir çözüm modelini dayatmaya yöneliktir. Bu süreçte, Başkan El-Şar’a yönelik doğrudan ve açık tehditler de gündeme gelmiştir. Bunlar, özellikle Golan dosyası gibi temel egemenlik meselelerinde, Şam’ın taviz vermesini hedefleyen stratejik baskının birer parçası olarak okunmalıdır.

Bu gelişmeleri derinlemesine anlamak için Golan meselesinin tarihsel bağlamını hatırlamak gerekir. İsrail, 1967 Haziran Savaşı’nda işgal ettiği Golan Tepeleri’ni 1974 yılında imzalanan kuvvet ayrım anlaşmasına rağmen elinde tutmuştur. Bu anlaşma, ateşkesi sağlamış ama nihai bir çözüm doğurmamıştır. 1981 yılında İsrail, Golan’ı resmi olarak ilhak ettiğini ilan ettiğinde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 497 sayılı kararla bu ilhakı geçersiz ilan etmiştir. 1990’larda ABD’nin arabuluculuğunda yürütülen müzakereler, Suriye’nin 4 Haziran 1967 sınırlarına tam çekilme konusundaki ısrarı nedeniyle başarısız olmuştur. 2019 yılında ise ABD Başkanı Donald Trump, İsrail’in Golan üzerindeki egemenliğini tek taraflı olarak tanımış, bu adım BM ve dünya kamuoyunca reddedilmiştir.

Bu tarihsel arka plana dayanan İsrail stratejisi, günümüzde “barış karşılığında teslimiyet” anlayışıyla şekillenmektedir. İsrail, bölgesel kırılganlıkları ve Suriye içindeki siyasi, ekonomik ve toplumsal dağınıklığı kullanarak yeni bir askeri ve siyasi denge kurma amacındadır. Bu çerçevede, ABD destekli Dürzi ve Kürt dosyalarının istismar edilmesi, Suriye içinde yeni bölünmelere yol açarak merkezi hükümetin pozisyonunu zayıflatma riskini barındırmaktadır.

Bu noktada birtakım yakıcı sorular karşımıza çıkmaktadır: Son dönemde İsrail’in teşvikiyle sağlanan Süveyda’daki ateşkes, Şam yönetimini koşullu müzakerelere zorlamak ve Golan’dan feragat ettirmek için bir manevra mı? İsrail, Türkiye’yi doğrudan bir çatışmaya çekmek istiyor mu? Ya da Tel Aviv, bu süreci zamana yayarak, kendi çıkarına uygun yeni bir siyasi düzeni sahada adım adım mı inşa ediyor?

Türkiye, kuzeyde sınırlı bir askeri varlık sürdürse de İsrail’le doğrudan bir çatışmaya girmeye istekli görünmemektedir. Bununla birlikte, ABD ile diplomatik temaslar yürüterek Suriye dosyasında aktif bir rol oynamaktadır. Bu durum, İsrail’i rahatsız etmektedir; zira Ankara, Suriye’deki bazı stratejik karar noktalarında hâlâ belirleyici bir güce sahiptir ve Tel Aviv’in Suriye sahasını tek başına kontrol etmesini engellemektedir.

ABD’nin İsrail saldırılarına karşı caydırıcı bir müdahalede bulunmaması, Suriye içindeki kırılgan yapıyı daha da derinleştirme tehlikesi taşımaktadır. Özellikle Dürzi ve Kürt grupların bazı fraksiyonlarının Washington ve Tel Aviv’den doğrudan destek alması, merkezi yapının dışlanmasına ve yerel aktörlerle kurulan yeni siyasi düzenin İsrail eliyle belirlenmesine yol açabilir. Bu bağlamda, QSD ve bazı Dürzi unsurların yeni bir siyasi yapıya entegre edilmesi, Suriye’nin ulusal bütünlüğü açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır.

Tüm bu gelişmeler, İran’ın Suriye’de yeniden etkin bir aktör olarak sahneye çıkmasını gündeme getirmektedir. Tahran ya doğrudan askeri destekle ya da Lübnan ve Irak’taki müttefik güçler aracılığıyla İsrail’in bölgesel planlarını dengelemeye çalışacaktır. Bu denklemde Arap ülkelerinin pozisyonu da çeşitlilik göstermektedir. Bazı devletler İsrail ile normalleşmeye yönelirken, diğerleri Golan’ın Suriye’ye dönmediği hiçbir çözümü kabul etmemektedir. Bu durum, Arap dünyasında Suriye dosyası etrafında ciddi bir ayrışmayı yansıtmaktadır.

Sonuç olarak, İsrail’in stratejisi, uluslararası hukuk temelinde bir barıştan ziyade, askeri güçle şekillendirilen bir dayatma modeline dayanmaktadır. Türkiye ise kendi güvenlik kaygılarını önceleyerek, sahadaki nüfuzunu hem askeri hem diplomatik yollarla korumakta ve İsrail’in mutlak hâkimiyetini engellemeye çalışmaktadır.

Suriye’nin karşı karşıya olduğu temel zorluk, Devlet Başkanı Ahmed El-Şari liderliğinde, doğrudan bir savaş yoluna sapmadan egemenliğini muhafaza etme zorunluluğudur. On üç yıl süren iç savaş, ülkenin yeniden bir çatışmaya girmesini neredeyse imkânsız kılmaktadır. Bu nedenle öncelik, yeniden mimar ve toplumsal istikrarın sağlanmasıdır.

Suriye yönetimi, son açıklamalarında komşularına tehdit teşkil etmediğini dile getirerek İsrail’e dolaylı bir mesaj vermiştir. Ancak İsrail, stratejik genişleme planlarını sürdürmekte ve Suriye haritasını yeniden şekillendirmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda, Şam yönetimi, mevcut durumun devamı halinde, “İbrahim Anlaşmaları” gibi bölgesel uzlaşı modellerine yönelmek zorunda kalabilir. Bu adım, doğrudan bir savaşın önlenmesi ve iç güvenliğin korunması açısından pragmatik bir tercih olarak değerlendirilebilir. Zira bölgesel denklem artık, müzakerelerle değil, sahadaki güç dengeleriyle yeniden yazılmaktadır.